Bu Blogda Ara

18 Nisan 2007

TAKI DEMEK TASARIM DEMEK

Türk kuyumculuk sektörünün, ihracatta gösterdiği başarıyı kalıcılaştırması için teknoloji kadar tasarıma da ağırlık vermesi gerekiyor. Takı yaratmayı "dipsiz bir kuyu" olarak niteleyen Urart’ın Tasarım Şefi Filiz Vural’la takıda kültürel öğelerle biçimlenen modern ve özgün tasarımın yerini konuştuk...
Son on yılda Türk kuyumculuk sektörü çok önemli bir aşama kaydetti. Bu ilerlemede özellikle teknolojik gelişmenin ve buna bağlı olarak artan kalitenin büyük bir payı var. Bir başka öğe de tasarım. Mücevherde tasarımın yerini değerlendirir misiniz?
Filiz Vural: Takıda tasarım her şeydir. Mücevher demek tasarım demektir. İnsanlar sizin yaptığınız tasarıma inanmak durumunda. Bugün biri, sizden bir mücevher alır. Yarın eşi dostu "Bu ne böyle!" dediği zaman siz tasarımdaki yerinizi kaybedersiniz. İnsanların, tüketicilerin sizin tasarımınıza güvenmesi lazım. Herkes çıkıp, bu güveni sözle beyan etmez tabii ki, ama taktığı tasarımla o güveni yaşaması lazım. Aynı zamanda tasarımın takan kişinin de kişiliğini yansıtabilmesi lazım.
Tasarım önce araştırmadan başlar. Örneğin biz uzun yıllar Arkeoloji Müzesi’yle birlikte çalıştık, hala da çalışıyoruz. Anadolu uygarlıkları söz konusu olduğunda uzun bir periyot da olabilir, tek bir uygarlık dönemi de olabilir ama hangi dönemi işliyorsanız, bir kere o dönemi iyi bileceksiniz ki, iyi yorumlayabilesiniz. Hata yaptığınız anda, örneğin bir Pers deseniyle bir Bizans desenini birbirine karıştırdığınız anda, orada bir tasarım hatası var demektir. Bunu doğru yorumlayacaksınız. Doğru taş seçeceksiniz. Ben bunu da buraya koyayım, şunu da şuraya koyayım diyemezsiniz.Yok öyle bir şey! Tasarımınız ne kadar doğru olursa olsun, parçayı yanlış bitirirseniz yine tasarımınızı doğru ifade edemezsiniz. Üzerine en son koyduğunuz bir doku, bir işleme, bir parlatma detayı bile o tasarımın ifadesinde etkilidir. O bakımdan tasarım işin her şeyi demektir.
Bir de Türkiye’de şu fena halde gelişti. Jewcat dediğimiz bazı üç boyutlu programlar çıktı. Bunlar çok fazla düşüncesi olmayan veya el becerisi olmayan insanların bile bu yetersizliklerini saklayan, göstermemesini sağlayan programlar. Kötünün elinde iyice kötüleşiyor. İyi tasarım yapan birinin elinde de çok iyi olanaklar sunuyor. Ama bizim meslekte sapla samanın birbirine karışmasına sebep oluyor. Bir de tabii yapılmış bir tasarımın üzerinden onun orasını kaldır, bunun burasını ekle gibi tasarımlar da ortaya çıkıyor. Ben zaten bu tasarımları konuşmuyorum ve dikkate de almıyorum.
Siz hep özgün tasarımlarınızla var oldunuz. Aslında kültürel öğelerin ağır bastığı ürünler yaratmak son yılların eğilimi. Ancak Urart 1972 yılından bu yana Anadolu’da hüküm süren uygarlıklardan esinlenerek oluşturduğu özgün mücevherleriyle ön plana çıktı.
Tabii bu da bir tehlike yaratıyor. Çünkü zaman zaman insanların ilgisi azalıyor.
Bu üslup seçimi nasıl gerçekleşti? Seçiminizin nedeni nedeni neydi?
Onu Urart’ın ilk kurucularından Özer Kabaş yarattı. Çok saygıdeğer bir insandı; kendisi Yale Üniversitesi tasarım bölümü mezunuydu, Akademi’de hocaydı. Hem modern takının Türkiye’ye gelmesi, hem Anadolu medeniyetlerinden yorumlarla takı yaratılması fikrini ilk kez o ortaya atmıştı. Ama 1985’te ben tasarım bölümü şefi olana kadar - Özer Bey ben gelmeden bir sene önce ayrılmıştı- derinlemesine bir araştırma yoktu. Tasarımlar tek tek yapılıyordu. Örneğin tasarımcı arkadaşlar tek bir motifi beğeniyorlardı, ona kendi yorumlarını katıyorlardı, bir takım şeyler geliştiriyorlar ve modellerini ortaya çıkarıyorlardı. Tanıtım açısından böyle bir tek tasarım sunmak çok etkili olmuyordu. Sonra koleksiyonlar halinde bunu sunmanın daha doğru olacağını düşündük. 1987’de ilk sergimizi böyle açtık. O çalışma, Anadolu Selçuklu medeniyetiyle ilgiliydi ve özellikle taş işçiliği yorumlarıydı. Koleksiyonlar birbirini izledi; daha sistemli çalışmalarımız oldu. Koleksiyonlar halinde çalışmak hem tasarımcılarınızı geliştiriyor, hem sunumunuzu daha etkili hale getiriyor, hem de alan kişileri daha çok bilgilendiriyor. Ve insanlar bilgilendikçe daha çok haz alıyorlar.
Tasarımlarınızı her zaman danışmanlar eşliğinde mi yaratıyorsunuz?
Evet. Çünkü istediğiniz kadar kitaplardan okuyun, dönemin genel bir vizyonunu yakalamak o kadar kolay değil. Oysa müzeden bizimle birlikte çalışan danışmanların işi bu. Çalıştığımız kişi klasik dönem arkeoloji uzmanıysa bile diğer periyotlar hakkında da bir fikri var ve bize bir vizyon yaratabiliyor, diğerleriyle kıyaslayabiliyor. Bir anda hepsini öğrenip, bir şey ortaya çıkarmamıza imkan yok. Önemli olan noktaları söylüyor ve kitaplarda olmayan detayları öğretiyor bize. Hata yapmamızı da engelliyorlar. Takıların isimlerini de nereden alındığını anımsatacak biçimde koyuyoruz. Ya yöresini ya kralın kraliçenin bir özelliğini veriyoruz. Bu isimlendirmede de onlar çok yardımcı oluyorlar.
Kuyumculuk sektöründe özgünlük yaratmak, kültürel öğelerden yararlanmak, yurtdışındaki çalışmaları, ihracatı nasıl etkiliyor?
Şimdi bunun değişik etkileri var. Bizim ilk Cenevre’deki mağazamız varken, hiç bunların altı çizilmiyordu. 1980’lerde sadece herhangi bir obje muamelesiyle satılıyordu. Ben o dönemi görmedim. İtalya’da değişik mağazalara ürün veriyorduk. Orada da o kadar olayın altı çizilmiyordu. Bizim Amerika’da Dallas’ta, Tiffany’nin yanında çok iddialı, 180 metrekare bir mağazamız açıldı. Dallas’ta çok kötü yaklaştılar bizim figürlü takılarımıza . Orada bu seçim çok yanlıştı; yanlışlığı zaman içinde çıktı ortaya. Meğer Dallas Amerika’nın en kültürsüz yeriymiş. Orada bir hata yaptık ama kötü bir hata değildi bu. Bir daha hata yapmayız herhalde. Ama mesela Nemrut koleksiyonunu Almanya’da altı ay boyunca sergiledik ve bütün Anadolu medeniyetlerinden esinlendiğimiz eserlerimizi sattık orada. Bu, Expo’da Turizm Bakanlığı’nın organize ettiği bir çalışmaydı. Almanlar ve diğer Avrupa ülkelerinden gelen insanlar, takıların kökeniyle çok ilgiliydiler. Nereden alındı, nereden yorumlandı? Adı nedir? Varsa mutlaka resmini istiyorlardı. Turizm kitaplarından bulunduğu yeri görmek istiyorlardı. Çok yakından ilgileniyorlardı ve hatta seçtikleri parçalar açısından da klasmanlar oluşmaya başlamıştı. Ama tabii Expo’ya gelip gezen insanlar zaten belli bir kültür düzeyinin üstüne çıkmış insanlar oluyor.
Biz bu tür kültür ihracatında bunun çok önemli olduğuna ve çok iyi olacağına inanıyoruz. Ama öbür türlü toptan takı ihracatında nasıl bir sonuç verir böyle tasarımlar bilmiyorum. Bu daha çok seri üretim yapan firmaların bileceği bir iş. Ama marka olmadığınız zaman, bu tür kültürel öğeleri de dünyaya o kadar rahat kabul ettiremiyorsunuz. Etnik takılar üretip Vicenza Fuarı’na gittiğiniz zaman alıcıların ilgileneceğini zannetmiyorum. Oraya konulan ürünlerin belli bir stilizasyon çerçevesinde, insanların kolay kabul edebilecekleri bir soyutlama noktasında olması lazım. İnsanları zorlayacak etnik görünümler kabul görmüyor. Bir tane alır da espri olsun diye, ama ciddi anlamda mücevhere yatırım yapmak istediği zaman mücevherinin daha evrensel ve daha klasik bir çizgi içinde olmasını ister. Etnik bir şeye büyük paralar harcamaz. Ya da ancak antika değeri olursa harcar. Aynı şey yerel takılar için de geçerli. Midyat’tan gelmiş telkari ürününe gidip Vicenza Fuarı’nda alıcı bulamazsınız. Kimse yüzünüze bakmaz. Dünyanın kabul edebileceği çizgilere, trendlere uygun tasarımların olması lazım ki ihracatta söz sahibi olabilesiniz. Ama siz bilirsiniz ki ben bu tasarımı şöyle bir eserden yola çıktım şöyle bir soyutlama yaptım ve bambaşka, evrensel çizgide bir şey olarak satıyorum. O zaman ihracat şansınız olabilir.
Ancak ülkelerin özellikle takı söz konusu olduğunda kültürel birikimlerinden kaynaklanan stilleri var. Hem teknik anlamda hem de tasarım anlamında. Örneğin İtalya’nın takıda böyle bir stili var. Bu noktada bir Türk mücevher stilinden söz etmek mümkün mü?
Bundan söz etmek mümkün değil. Yurtdışındaki fuarlarda ben bizim mücevhercilerimizin açtığı bölümlere de gidip bakıyorum. Onlar kendilerini İtalya’nın bir alt çizgisine uyarlamış vaziyetteler. Yani o Avrupalı ya da Amerikalı alıcıların talep edeceği İtalyan modellerini uyarlamışlar çizgilerinde. Bunu sağlıklı bulmuyorum. Ama kim direnecek buna? Hangi ekonomik şartlarda direneceksiniz? Risk almak ekonomik güçle orantılı bir şey. Gittiniz yeni bir koleksiyon yaptınız, satmamayı göze alabilir misiniz? Risk almadan en kabul edilebilir modelleri koymak durumundasınız. Hatta fuarlarda Uzakdoğu ülkeleriyle rekabet edeceksiniz, dolayısıyla modelleri de daha ucuza koymak durumundasınız.
Bir kere Altın Konseyi’nin takı yarışması jürisinde bulunmuştum. Oraya özgün takılar geliyor; ama Türk mücevheri diyebileceğiniz çizgide bir tasarım oraya da gelmedi. Bir tane geldi; onu da zaten seçtik. Gençlerin de pek öyle derdi yok. Anadolu geleneğini stilize edeyim de oradan modern takılar üreteyim gibi bir derdi yok. Geçen yıl bir tasarım sempozyumu izledim. Atina Üniversitesi Takı Bölümü’nden bir profesör hanım geldi; o okulda nasıl bir takı eğitimi verdiklerini anlattı. Onlar Yunan takı tarihi ve stilizasyonu üzerine ciddi bir eğitim yapıyorlar. İşte o zaman oradan Lalanouis gibi bir adam çıkıyor, dünya markası oluyor. Bir bakış açısı yaratıyorlar, sahip çıkma doğuyor.
Bu tarz bir yaklaşım uzun vadede başarı getirir mi? Yurtdışında kalıcı olmayı, markalaşmayı sağlar mı?
Türk kuyumcuları fason üretici olarak başarılı olacaklar. Türkiye ihracat yapıyor, nicelik olarak hep yükseliyor ama nitelik olarak yükseldiğini söylemek mümkün değil. Marka olarak ihracat yapabilecek konumda değil, böyle marka olmak mümkün değil. Eğer tasarım yapmıyorsanız, marka olamazsınız. Marka olmanın, kalıcı olmanın başka etkenleri de var ama öncelikle tasarım yapmak zorundasınız. Sonra birçok şey gerekiyor. Avrupa dergilerine reklam vermek; mağazalar açmak. Bir kere marka olmanın altında güvenilir olmak yatar. Alıcıların size her an ulaşabilir olması gerekir. Örneğin geldi bir alıcı, fuarda sizden mal aldı ve kendi mağazasında bunları sattı. O ürünle ilgili müşterisinin bir problemi var. Eğer müşterisine, "Böyle bir değişiklik yaparlar mı yapmazlar mı bilmiyorum" dediğinde, örneğin siz marka olamazsınız. Marka olmak demek, müşteri güvenilirliğini sağlayabilmek demek. Bir de müşteriler, nihai tüketiciler kendi taktıkları bir şeyi görmek isterler. Reklamıyla, başkalarının üstünde, mağazalarıyla görmek ister; hatta daha pahalısını görmek ister. Marka olmak uzun iş.
Sanırım uygulanan tekniklerde de Türkiye’ye özgü geleneksel tekniklere yönelik çalışmalar yapılmıyor.
Okullarda savattı, kakmacılıktı, bunların eğitimi verilmiyor. Verilmeyince öğrenciler de nereden öğrenecek?
Bir tasarımcının kendi kendine tasarım yapabiliyor olması, model yapması, en az üç dört senesini alıyor. Çünkü takıda her an yeni bir şey öğrenirsiniz. O nedenle eğitim yok. Sadece sanatsal anlamda bakırın üzerinde estetik bir kompozisyon yaratarak bir pentant haline getirmeyi öğretmek, takı yapmayı öğretmek değil bence.
Bütün bu çerçeveden bakıldığında sizce Türkiye’nin daha iyi bir noktaya gelmesi için neler yapılmalı?
Tasarım yapmayı ve özgün bir çizgi yaratmayı ben her zaman savunurum. Ama bunun yüklediği bedeller çok ağır oluyor. Biz bir koleksiyonu iki seneden önce çıkaramıyoruz ve 5-6 tasarımcı çalışıyor burada. Desteklenmesi, ayakta kalması çok zor bir iş. Tasarımı, dünya çizgisinde bir tasarım anlayışını savunmak, çok emek ve çok uzun zaman isteyen bir şey. Okul eğitiminden başlıyor. Ben kötümserim galiba, ama böyle düşünüyorum.

Hiç yorum yok: